“Yeni Alman Sineması”nın önemli bir temsilcisi ve belgeselci yönetmen Werner Herzog, aşırılıkları göz önüne getirmesiyle ve cinnetin sınır boylarında gezinen karakterler yaratmasıyla tanınıyor. İnsan zihninin derinliklerine inmeyi seven, hatta bunu anlatımlarının merkezine yerleştiren Herzog; görünenin ardını göstermeyi amaçlarken çağrışımlara yer veren, sembollerle yol alan, sessizliği kullanan, toplumdan dışlananlarla ilgilenen, var olanın dışındaki ve çoğunlukla görmeyi beceremediğimiz düzeni karşımıza getirmeye uğraşan bir yönetmen.
Hollywood’un yüzeyselliğine karşı çıkarken ilgilendiği insana dair sığ değerlendirmeleri elinin tersiyle bir kenara iten Herzog, yavaş yaşam misali ağır ağır anlatarak sesleniyor izleyenlere. Bu yolla gerçeğin karanlık tarafını sindire sindire sunuyor. Yeryüzüne hakim olan çılgınlığın ayırdına varıp kaos ve düzen arasındaki bağlantıya kafa yorarken insan hikayelerindeki ayrıntıları öne çıkarıyor. Söz konusu merakı Herzog’un ilk romanı olan ‘Dünyanın Alacakaranlığı’nda da karşımızda.
Herzog, 1997’de Chushingura operasını sahnelemek üzere gittiği Tokyo’da, İkinci Dünya Savaşı sırasında Filipinler’e bağlı Lubang Adası’nda görevlendirilen ve yirmi dokuz yıl boyunca Japonya’nın zafer haberini bekleyen; adeta adada unutulan Hiroo Onoda’yla tanışıyor. Ardından, hikayesini dinlediği Onoda’yı başkarakter haline getirdiği belgesel tadındaki ‘Dünyanın Alacakaranlığı’nı kaleme alıyor.
ADADAKİ ŞAHSİ MESELE
Herzog; bazen kendisini Onoda’nın yerine koyarak bazen onun zihnine girip geriye dönerek ve bu eski askerin ruh halinden hareket ederek kurguluyor ‘Dünyanın Alacakaranlığı’nı.
Doğanın ve savaşın ortasında “mutlu son”u bekleyen Onoda, zamanın ve ormanların sakladığı, görev aşkıyla ve vefayla umudunu yitirmeyen bir asker: Görevlendirildiği adada 1974’te bulunduğunda, savaşın bittiğini ve Japonya’nın yenildiğini kabul etmediği gibi uzun zaman sonra karşılaştığı insanları, kendisini görevinden vazgeçirmeye çalışan ajanlar olarak görüyor. Gerçekleri işittikçe girdiği şok derinleşiyor. Hiroşima’ya ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları sonrası Japonya’nın yenilgiyi kabul etmesini savaş mantığına ve savaş yöntemlerine aykırı buluyor. Kore ve Vietnam Savaşları’nı, İkinci Dünya Savaşı’nın bir parçası sayması da Onoda’nın absürt yanılgılarına dâhil. Dolayısıyla savaş, onun için topyekûn olmaktan çıkıyor ve bir süre sonra şahsi meselesi hâline geliyor. Fakat bunda kendisinin bile haberi yok.
Onoda’nın takılıp kaldığı şey, 1944’te sınırlarını komutanının çizdiği zorlu görev: Filipinler’e bağlı Lubang Adası’nda savaşmak, istihbarat toplamak ve kendisine verilen patlayıcılarla belli hedefleri yok etmek. Bu görev sırasında tek bir kurala uyması gerekiyor: “Canınıza kıymaya kalkışamazsınız. Esir düşerseniz ölmek yerine düşmanı yanıltacak, tuzağa düşürecek bilgiler vermelisiniz.”
Gizli bir savaş yürüteceği için ödüllendirilmeyeceği de kendisine bildirilen Onoda, “Ben madalya için savaşmıyorum” diyor üstlerine. Avrupa’da bitmeye yüz tutan İkinci Dünya Savaşı’nın, Asya’nın güneyinde ve Pasifik’te tüm şiddetiyle sürdüğü o dönemde, Onoda’nın görevi yeni başlıyor.
“Şanlı bir savaş olmayacağını”, bir huzursuzluğun ve karanlığın ortasında kalacağını bilen Onoda, 1945’te Lubang’da “İmparatorun onuru için savaşmaya devam edeceğine” dair söz veriyor. Bunun dışında öğrenip uygulamak istediği şeyler de var: “Yanıltmaca, hile, kamuflaj, bütün bunlar Onoda’nın doğadan öğrenmek istediği şeyler. Onurlu ya da onursuz fark etmez. Önemli olan savaşa, verdiği mücadeleye hizmet etmek. Elinde bir bayrakla en ön cephede taarruza geçmek yerine görünmez olmak istiyor Onoda, erişilmez bir kâbus olmak, devamlı tehlike sinyali veren bir sis bulutuna bürünmek, bir söylenti olmak istiyor. Onoda’yla bu orman bir orman olmaktan çıkıp tehlikenin, pusuda bekleyen ölümün coğrafyası olmalıydı.”
Emrindeki askerlerden bazıları, Lubang’da kendi hallerine bırakıldığını düşünerek görevlerini yerine getirmeyi reddetse de Onoda, büyük bir disiplinle çalışıp etrafındaki birkaç kişiye gidişatı özetliyor: “Bu savaş artık başka bir şeye dönüştü, artık işimiz kahramanlık yapmak değil. Görünmez olmak zorundayız, düşmanı yanıltmalıyız, onursuzmuş gibi görünen davranışlarda bulunmaya hazır olmalıyız, tabii içimizdeki savaşçının onurlu duruşunu unutmadan.”
ASKERİ OLANIN YERİNİ ALAN YAŞAM SAVAŞI
Onoda ve arkadaşları, İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinden habersiz şekilde adada son derece temkinli halde dolaşırken mevcut askeri planın soyutluğunun ve gerçekdışılığının farkında. Savaşın sona erdiğini ve teçhizatlarını Filipin ordusuna teslim etmeleri gerektiğini duyuran bildirilerin bir aldatmaca olduğunu düşünüyorlar. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlandığını zapta geçiren belgenin bir örneğini inceleyen Onoda, Japonca metindeki yazım hatalarını fark edip bunun da sahte olduğu kuşkusuna kapılıyor. Ekim 1945’te Onoda ve yanındaki birkaç asker görevli bulundukları Lubang’da savaşın devam ettiğine karar verip uçaklardan atılan bildirilerin kendilerini ormandan çıkarmak için bir taktik olduğuna inanıyor ve emirleri yerine getirme yollarını arıyor. Öte yandan, yaptıkları keşif gezilerinde adada rutin yaşamın sürdüğünü ve ahalinin günlük işlerine devam ettiğini görüyorlar. Onoda, sırf orada olduğunu belli etmek ve adayı savunduğunu göstermek için Lubanglılara kurşun sıkıyor. Böylece bir mite dönüşüyor ve ahali için “ormandaki hayalet” haline geliyor: “Yerliler için ormandaki hayalet o, ondan bahsederken fısıldıyorlar. Onu bir türlü ele geçiremeyen Filipin ordusu içinse onlara devamlı beceriksizliklerini hatırlatan biri. Ama aynı zamanda Onoda’dan bir maskottan bahseder gibi bir sempatiyle bahsediyorlar. Onoda’yla girdikleri çatışmada bilinçli olarak Onoda’yı ıskalayan iki asker cezalandırılıyor. Bir yandan da hem Filipin birliklerinde hem de yerliler arasında ölümler oluyor. Onoda bu konuyla ilgili bu zamana kadar hiç yorum yapmadı, Filipin makamlarından da resmî bir bilgilendirme yok. Japonya’daysa gazeteler Onoda’nın yalnız savaşını halkın zihninde diri tutarak cesur ve yalnız savaşçı mitine katkıda bulunurken bir yandan da bu acıklı imayla Japonya’nın Dünya Savaşı’nda aldığı ağır mağlubiyeti hafızalarda canlı tutuyorlar.”
Uzun gündüzler ve geceler sonrasında Onoda ve iki asker, soluklanmak için kısa molalar verince zihinlerini kurcalayan “Savaş dediğin nasıl olmalı?” ve “Savaş nasıl azaltılır?” sorularına dolu dolu yanıtlar bulamasa da gerek eğitim sırasında gerek cephelerdeki tecrübelerine dayanarak bir parça yol alırken doğa ve açlık gibi gerçeklerle karşılaşıyor. Kısacası bir noktadan sonra, askerî olanın yerini yaşam savaşı alıyor.
HATIRALAR NEREDE BAŞLAYIP NEREDE BİTER?
Adada ne kadar zaman geçirdiğini tam olarak bilemeyen, ABD’nin Kore ve Vietnam işgallerini savaşın sürdüğüne yoran ve alternatif bir tarih yazan Onoda takvimi şaşırıyor. Eline geçen gazeteler, radyodan dinlediği haberler ve gördükleri bile inancını sarsmaya yetmiyor. Bu dönemde Onoda, bir askerden çok 1944’ten 1974’e kadar süren savaş oyununun içinde yalpalayan bir avareye benziyor.
Herzog, sanrı ve gerçek arası hikayesini bir belgesel roman haline getirdiği Onoda’nın geleceğe yürürken geçmişi inşa edişiyle beraber, hafızasının ona oynadığı oyunları da buluşturuyor bizimle. Hatıraların nerede başlayıp nerede bittiğini, şimdiki zamanın nerede olduğunu ve nasıl işlediğini sorgulamamızı istiyor satır aralarında. Ardından, tıpkı Onoda’nın mustarip olduğu gibi zihnimize bir kurt düşürüyor: “O zamanlar bir uyurgezer miydi, yoksa bugünün, şimdinin hayalini mi kuruyordu? Lubang’ta sık sık bu soruyu düşünürdü. Uyanık olduğunda uyanık olduğunun, hayal kurduğundaysa hayal kurduğunun ispatı yoktu.”
İşte bu, tam anlamıyla bir alacakaranlık. Yani Onoda’nın durumunun özeti olduğu kadar, romanın ve hikayenin de bam teli.